21 Ocak 2011 Cuma

Walk the Line: Sınırdayım bebeğim, bir el at!


En son Harem Suare vasıtasıyla tarihsel film çekmenin zorluklarından konuşmuştuk Tıpkı tarihsel film çekmek gibi biyografik bir film çekmek de zordur. Çünkü bu sefer gerçekten yaşamış bir kişinin tarihine bakarsınız ve bu tarihte yaşananların nasıl olup bittiği herkese göre farklılık gösterebilir. Dolayısıyla biyografik bir film yapıyorsanız ister istemez yaşananlara bir 'taraf'tan bakıyorsunuz demektir. İşte bu yüzden gösterdiğiniz yaşam kimilerine göre doğru bir şekilde filme aktarılmıştır, kimilerine göre ise yaşananlarla alakası bile yoktur. Walk the Line ile 2005 yılında James Mangold bu zor işe soyunmuş ve kolay kolay eşine rastlanmayacak bir sese sahip Johnny Cash'in hayatını anlatmıştı. Cash'in ve onun hayatına ortak olmuş insanların hayatını ne kadar yanlış, ne kadar doğru anlattı bilmiyorum ama film olarak son derece düzgün ve seyir zevki yüksek bir iş ortaya çıkarttığını düşünüyorum.


Film Cash'in Folsom Hapishanesi'nde verdiği konserle başlayıp şık bir hareketle olayların en başına, şarkıcının çocukluğuna gidiyor ve daha sonrasında Cash'in kendisini müzik piyasasında gösterme çabaları, ünlü olma ve o ünün altından kalkabilme uğraşlarıyla ve June Carter ile tanışıp ikili arasında uzun bir zaman dilimine yayılan aşk ile devam ediyor. Mangold'un Cash-Carter ilişkisine odaklandığı filmin en büyük şansı oyuncuları. Johnny Cash'i canlandıran, son filmi "Two Lovers" dan bu yana film çekmemeye yemin etmiş Joaquin Phoenix, neredeyse tıpatıp olan ses tonuyla şarkıları bizzat seslendirerek olağanüstü başarılı bir Cash portresi çiziyor. Rol arkadaşı Reese Witherspoon'un ise ondan aşağı kalır yanı yok, zira o da Carter'ın o ince-gevrek sesine hayat veriyor ve gerçekten çok iyi. Bazen bu tarz biyografik filmleri televizyonda hiç hesapta yokken takıldığımız, iddiası olmayan filmler kısmına dahil ederim ama James Mangold'un yönetmenliğinin Walk the Line'ı böyle bir film olmaktan kurtardığını düşünüyorum. Oldukça özenli ve incelikli yönetmenliği her sahnede kendisini belli ediyor. Filmin görüntüleri ve kurgusu da bu detaylı işçiliğin ürünü. Bu güzel çalışmadan 2005 yılında eve boş dönmeyerek fiyatını da ikiye katlayan Reese Witherspoon oldu ve oyuncu 2005 Oscarları'nda en iyi kadın oyuncu heykelini kaptı. Benim o zamanlar tüm kalbimle desteklediğim Phoenix ise Golden Globe'dan geçti ama Oscar'da Philip Seymour Hoffman engeline takıldı. Tabii en göz önünde olan ödüllerden bahsediyoruz yoksa diğer ödül törenlerinde oyuncular ve film çeşitli ödüllerle taçlandırıldı.

Gelelim filmin kostümlerine; hepsi çok şık ve çok güzel. 50'li, 60'lı ve sonlara doğru 70'li yılların kostümlerini görme şansına sahip olduğumuz film, zamanında Akademi'den hakettiği adaylığı almıştı. Eğer o dönemin kostümlerinden hoşlanıyorsanız film, özellikle June Carter'ın karakterinin üzerinden görsel bir şölen sunuyor izleyiciye. Kadın karakterlerde pastel tonlarda ve çiçekli desenlerde elbiseler filmde zaman ilerledikçe 70'li yılların çizgilerine bürünmeye başlıyor. Cash'in kostümleri ise star ışığı ve asi-başına buyruk bir imajın görselleşmiş hali diyebiliriz. Kostüm tasarımcısı Arianne Phillips, James Mangold ile çok sık çalışan bir isim. Yönetmenin neredeyse tüm filmlerinin jeneriğinde Phillips'in ismine rastlayabilirsiniz. Demek ki ortaya çıkan işbirliğinden her ikisi de gayet memnun. Arianne Phillips aynı zamanda Madonna, Justin Timberlake, Lenny Kravitz gibi ünlü şarkıcılarla da çalışan, onların konserlerindeki stillerinin oluşmasına yardımcı olan biri. Hatta tasarımcının son çalıştığı film Madonna'nın yönetmenliğini yaptığı W.E adlı film. Yazıyı noktalamadan A Single Man ve Hedwig and the Angry Inch gibi filmlerin kostümlerinin de tasarımcının elinden çıkmış olduğunu belirtmekte yarar var.









2 yorum:

Vuslat AKTEPE dedi ki...

Çok güzel bir filmi aynı derecede incelikli işlemişsin... Filmi yeni izlemiş biri olarak çok sevindim bu yazıyı okuyunca...
Bu arada erkek giyiminde altmışlı yılları sevdiğimi net olarak anladım :)

justine dedi ki...

Canım Polişka'm, bilemedim!
Hah ha, o kadar tahmin etmeye çalışıp, neredeyse Potemkin Zırhlısı'na kadar bulaşıp, yine de yazdığın filmi bulamamak sanırım benim başarım:p
Şimdi "büyük" nöbet zamanları başlıyor canım, uykusuz ve isteksizim. Seni çok özleyeceğim hem. En önemlisi de bu. Bilmiyorum ki, ya bizde bir tuhaflık var ya da biz ayrılmamalıyız:)
Canın sıkıldığında, bırak gel hayatım. Seni seviyorum.
Çok sarıldım.